EHLİ REY
Selim Akıl,
Sahih İslam,
Sahih Siyaset
Yuvarlak Masa Aslında Bir Erdoğan Taklididir
Burada aslı var.
Ak Parti Türkiye’nin partisi olduğunu ispatlamış bir partidir. Bir iki il dışında bütün illerde milletvekili çıkartmıştır.
2011 seçimlerinde Ak Parti % 49,95 ile seçimi kazanmıştı.
2014 seçiminde bütün partiler karşısındayken, Fetöcüler aleyhinde çalışırken, Gezi olayları olmuş, 17-25 Aralık yargı saldırısı yapılmışken % 51,79 ile Erdoğan Cumhurbaşkanı seçilmişti.
2015 seçimlerinde yine tek başına %49,49 ile seçimi kazanmıştı.
Sonra Türkiye’de seri terör saldırıları, operasyonlar, ülkeden döviz çıkışları, Kürtleri hükümete küstürecek algı operasyonları oldu ve Ak Parti’nin oy oranı düştü.
Bunun üzerine durum şöyle oldu. Milliyetçiler ve Ulusalcılar Ak Parti iktidarının ABD aparatı Fetöyle mücadelesini gördüler, Libya’da, Azerbaycan’da, Suriye’de yaptıklarını gördüler ve Ak Parti’nin yanında yer almaya başladılar. Doğal olarak Erdoğan siyaset dengesini bu desteklere göre ayarlamaya başladı.
Aslında durum şöyledir.
2014’te Erdoğan tek başına %51 oy aldığında halkın sağduyusu ile bu oyu almıştı. Partilerin yönlendirmesine gerek kalmadan; Kürtler, milliyetçiler, ulusalcılar, liberaller, dindarlar Erdoğan’a destek vermiş Erdoğan’ı yuvarlak masa olarak görmüşlerdi. Ak Parti söylemleriyle halkın tümüne dokunuyordu bunu halkın yarısından fazlası hissetmişti.
Ak Parti ve Erdoğan yine aynı temsil gücüne ve esnekliğine sahiptir. Yani Kürtler, liberaller yeniden eski döneme dönüp Erdoğan’ı desteklese Erdoğan o dengeyi göz önüne alarak ülkeyi yönetecektir.
Milliyetçilerin, ulusalcıların kendi hedefleri için gördüğü şeyleri Kürtler ve liberaller daha önce kendileri için görmüştü. Bu iki kesimin istekleri ülke gerçeklerinde bir dengeyle, bir denge ustasıyla yürütülürse ülkeye faydası olur aksi halde işler çok kötü yerlere gidebilir.
6’lı masa denenmemiş, hiçbir başarısı olmamış, sözlerinde durmadığı bilinen birinin liderliğine güvenip bir hareket başlatmış vaziyette. İlginç bir şekilde saydığımız Kürtler, liberaller ve dindarların bir kısmı bu kadar ağır misyon yükledikleri isme güvenerek bir şey denemenin peşindeler.
Bu tarafta zaten kendisini ispatlamış, dengeleri hep gözetmiş, kendi tabanı denecek kesimin taleplerini en sona bırakarak yürümüş bir lider var. Kürtler, liberaller, ikinci cumhuriyetçiler Erdoğan’a destek vermeye dönerlerse Erdoğan hiçbir kurumsal gücün engellerini, desteğini düşünmeden eskiden yaptığı gibi halkın özlediği en ileri demokrasiyi uygulayacak siyasi lider olduğunu ispatlamış kişidir.
Güney Kore Modeli Ekonomi
Türkiye sadece halkı rahat yaşasın diye değil, bu topraklarda kalabilmek için ve bağımsızlığını koruyabilmek için çok daha fazla zenginleşmeli ve savunma alanında güçlenmelidir.
Bu hayati bir zorunluluktur. Biz Endonezya, Malezya veya Brezilya değiliz. Biz dünyanın bir kenarında değiliz. Biz geçmişte ülkelere hükmetmiş devletlerin devamıyız. İnsanların rövanş almak istediği, güçlenmesinden korktuğu bir ülkeyiz.
Biz bu yüzden kalkınmayı belli aşamaları geçerek yapmak durumundaydık. Bu yüzden süreç şöyle yaşandı;
Öncelikle halkımız fukaralıktan kurtulup yeniden özgüvenini kazanmalıydı, zenginlik tabana yayılmalıydı.
Özal döneminde başlayan 90’larda kesintiye uğrasa da 2002 sonrası ilk dönemde bu önemli oranda sağlandı. Bu dönemde Türkiye zenginleşti, dünyaya açıldı, birçok ülkeye TİKA gibi kuruluşlarla ve özel yardım dernekleriyle el uzatıldı, ilişkiler geliştirdi. Ülkelerle olan ilişkilerde o ülkelerin halkı esas alındı, demokrasiden yana tavır alındı.
Bu dönemde alt yapı tamamlanmaya çalışıldı, halk hizmetle tanıştı öğretilmiş çaresizlik psikolojisinden kurtuldu, hizmet talep eden, hak arayan, tüketmeyi, tatile zaman ayırmayı öğrenen, zenginleşmeyi kendine yakıştıran bir halk haline dönüştü.
2002 sonrası ilk on yıl bu kazanımlarla geçti. İkinci dönem devleti saran vesayet odaklarıyla, başına bela olan örgütlerle, yapılarla mücadele dönemi oldu. Bu süreç ayaklanma girişimleri, seri terör saldırıları, darbe girişimleri ve bu örgütleri destekleyen yabancı güçlerin kozlarını sırayla devreye sokmaları ve bunlarla mücadele, bedel ödeme ve bu saldırılara karşı şerbetlenme dönemi olarak geçti ki bu da büyüyecek bir ülke için gerekli bir kazanımdı.
Şimdi üçüncü döneme geçtik.
Bütün bu kazanımlar; alt yapı, dışarıda bağlantı kurulan ülkeler, bize minnet borcu oluşan ülkeler, bize ihtiyacı olan ülkeler, bizim kuracağımız dengeyi dikkate alan ülkeler, dünyanın yeni derdi göçmenler konusunda bizim ağzımıza bakan ülkeler, güvenlikleri için el uzattığımız ülkeler ile beraber yol yürümeye başladığımız dönem başladı.
Çünkü sadece üreten ülke olmanız yetmiyor. İstikrarlı müşterileriniz olmalı, bir sebeple bir taraf size ambargo uyguladığında alternatif pazarlara, sizin sözünüzün geçtiği pazarlara sahip olmalısınız.
Turizm geliri gibi alternatif bir geliriniz olmalı bunu geliştirmiş olmalıydınız.
Dışarıda iş yapan, yatırım yapan bir sektörde söz sahibi olmalıydınız biz bunu ihaleler aldıkları ülkelerde etkili olma kapasitesine ulaşmış büyük inşaat firmalarıyla sağladık.
Güçlü operasyon kapasitesi olduğunu ispatlamış bir istihbarat teşkilatınız olmalıydı, bunu sağladık.
Dışarıda operasyon kapasitesine sahip, gerektiğinde Katar’da, Libya’da olduğu gibi menfaatlerinizi koruyacak bir silahlı kuvvetleriniz olması gerekiyordu, bunu sağladık.
Bütün bunlarla beraber Pandemi sonrası dünyada yaşanan gelişmelerle Çin’in tekelleşmesine karşı Avrupa’nın ve ABD’nin Çin’in firenlenmesi politikaları geliştirmek zorunda kalmaları bizim hedeflerimize ulaşmamızı hızlandırdı.
Bu günlerde ekonomide Çin, Güney Kore modeli olarak tarif edilen üretim ve ihracata dayalı modele oturan ekonomimiz bütün bu süreçle temellendirildi.
İhracat yapacak fabrikalar için yollara, enerji için barajlara nasıl para harcandıysa vesayet odaklarını tasfiye ederken de bir bedel ödendi, para harcandı veya bu bedel paranın değeri düşerek yaşandı.
Üretim ve ihracat yapacak olan ülke, rakiplerinin at koşturduğu bir ülke olamaz. Almanya’nın ABD’nin direkt emrinde olan fetöcü ve Nato emrindeki vesayet görevlisi generaller işbaşındayken siz sanayi ülkeleriyle rekabet edemezdiniz. Bu tasfiye süreçlerinin bir bedeli olacaktı onu da ödedik.
Gelelim ekonomimizin Güney Kore veya Çin modeli ile benzerliklerine.
Sanayi devrimini İngiltere 150, ABD 100, Japonya 75 yılda Güney Kore 40 yılda gerçekleştirdiği söylenir.
Literatürde Güney Kore’nin kalkınma mucizesi üçüncü kuşak sanayi devrimi olarak adlandırılır. Biz bunların hepsinin kaçırdık.
Çin otoriter bir ülkeydi, halkı çok düşük gelirle yaşamaya alışmış ama çalışkan bir halka sahipti. Çin daha çok yabancı sermayenin gelmesi ve ucuz işgücüyle bunu başardı.
Biz daha çok Güney Kore benzeri bir gelişme yaşıyoruz. G. Kore’ye baktığımızda onlar Çin gibi diktatörlükle idare edilmiyor olsalar da rekabet için gerekenleri yaptıklarını görüyoruz.
G. Kore sanayileşmeye başladığı dönemde işçilerin çalışma saatleri çok uzun ve çalışma koşulları çok ağırdır, ayrıca sendikalara üye olmaları 1971 yılında yasaklanmıştır. Bazı uzmanlara göre, Güney Kore’nin 1970’ler ve 1980’lerdeki hızlı endüstriyel gelişimi ücretlere uygulanan baskılara dayandırılmaktadır.
Enflasyon 1975’te %25,3’e çıktıktan sonra kısmen düzelse de 1980’de %28,9 ile yeni bir rekor kırmıştır.
Güney Kore dış rekabet gücünü koruyabilmek için aynı zamanda devalüasyonlara da başvurmuştur. Won’un değeri 1970-1974 yılları arasında yapılan devalüasyonlarla %60 oranında düşürüldükten sonra 1974-1979 yıllarında sabit tutmuştur. 1960- 1980 yıllarında Won yaklaşık olarak on kat değer kaybetmiştir.
İhracata dönük büyüme stratejisi firmaların ürünlerini dış piyasada pazarlamaya başlamalarına neden olmuştur. Örneğin, 1980 yılına kadar iç piyasada renkli televizyon satışı yasaklandığından üretici firmalar ürünlerini dış piyasaya satmak zorunda kalmıştır.
Görüldüğü gibi üretim üssü olmak için rekabetçi kur ve ucuz işgücü şarttır. Biz bunu Çin gibi diktatörlükle veya G. Kore gibi sendikaları yasaklamakla yapamayız. Bizim halkımızın yükselen tüketim alışkanlıkları da bizi zorlamaktadır.
Bu yüzden bu rekabeti sağlamanın tek yolu olarak kurun yükselmesini fırsata çevirmek kalıyor. Hem israfa kaçan lüks tüketim alışkanlıklarının dizginlenmesinde hem işgücünün rekabetçi olmasını sağlamakta kurun yükselmesi bizim üretim üssü olmamıza hizmet edecektir.
Bu çok konforlu bir şey değil ama bütün sanayileşen ülkeler bu süreci yaşamış.
Bizim zenginleşmemiz ve güçlenmemiz sadece konforumuz için değil bağımsızlığımız ve güvenliğimiz için de zorunludur, bunu unutmayalım.
Bazı ekonomistler Çin gibi kalkınmayı istemiyoruz, ben çocuğumun fabrikada işçi olmasını istemiyorum diyerek karşı çıkıyor. Aynı kişiler halk aç, işsiz diye de şikayette bulunuyor. Halkımızın gerçekten çok çalışkan bir halk olmadığını biliyoruz. Almanya nüfusunun %25’i bugün göçmenlerden oluşuyor. Türkiye’nin de bu yolu kullanmak zorunda kalacağı da görülüyor.
Neticede Türkiye istikrarı sağladığı, bağımsızlığını koruduğu sürece sanayileşmesini, zenginleşmesini, güçlenmesini sürdürecek her şeye sahip duruma gelmiştir.
Murat Akgül
(Münekkit)
İslam dünyası uzun zaman; içtihat kapısı kapandı, öncekileri aşamayız, kaynakları biz anlayamayız, söylenecek her şey söylenmiştir, felsefe tehlikeli alandır anlayışı ile devam etti.
Osmanlı’nın son döneminde bir uyanış başlamışsa da Türkiye'de Cumhuriyetle beraber yeniden Diyanet teşkilatı kontrolünde klasik anlayışa dönüldü.
Gelenekçilik aynı zamanda statükoya boyun eğmek anlamına geldiği için sisteme karşı çıkan siyasal İslamcılar geleneği sorgulayan İslami anlayışa kulak veriyordu.
İslami gelenekte, dinin anlaşılması ve hayata uygulanmasında kaynakları değerlendirmek açısından iki akım vardır. Bu aslında bütün dinler ve siyasi görüşler için geçerlidir.
Ehli Rey ve Ehli Hadis.
Genel olarak, kaynaklarda geçeni motamot mu alacağız yoksa maksadıyla birlikte mi değerlendireceğiz ayrımı.
Siyasal İslamcılar, Müslümanların bilim ve güç açısından geri kalmaya başlamasının sebebini dinde değil Müslümanlarda gördüğü için, ta en başından beri geri kalma konusunda bütün sorumluları eleştirmeyi ve o hataları tekrarlamamayı siyasi görüş haline getirmekteydi.
Bu yüzden ayak bağı olan, gelişmeye engel olan, düzene itaati tavsiye eden, ileriye değil geriye bakan din alimleriyle İslamcılar anlaşamıyordu. Diyanet de aynı şekilde dini uyuşturan din anlayışını dayattığı için İslamcıların hedefiydi.
Bu yüzden Türkiye İslamcıları, gelenekçi İslam anlayışı ile devletin siyaset anlayışını aynı gerekçelerle eleştiriyordu. Gelenekçilik ile devletçilik, yobazlık ile kemalizm aynı şekilde sorunlu görülüyordu
Türkiye, siyaset anlayışını da İslam anlayışını da zamanın ruhuna göre yeniden değerlendirmeliydi.
Bu paralelde Türkiye Müslümanları 90’ların sonu itibariyle Ehli Rey anlayışına yeniden dönüş yapmaya başlamıştı.
Ak Parti de bu anlayış üzerine kurulmuştu.
Onun için Ak Parti toplumun bütün kesimlerinden oy aldı. Liberaller, vicdanlı solcular Ak Parti’nin yanında durdu, durabildi.
Ehli Rey, zamanın ruhunu yakalamaktır. Gelenekçilerimiz bu anlayışa bugün reformculuk, Kur’ancılık, modernistlik diyerek karşı çıkmaktadır.
Bu tepki yanlış bir tepkidir. Aşırıya gidenler, geleneği eleştirirken ilme değer vermeyen abartılı sözler sarf edenler yüzünden Ehli Rey/akla önem vermek/yenilikçilik düşman bellenmemelidir.
Bu tepkici anlayış terk edilmelidir Bu anlayış insanları tutuculuğa, kabileciliğe, ırkçılığa, bilim düşmanlığına götürür.
Ehli Reyin en önemli özelliği farklı görüşlere tahammüllü olmasıdır. Çünkü başkasının aklına kıymet vermeyen aslında akla kıymet vermiyordur.
Aslında mesele İslam’ı zamanın ruhuyla anlamaktır. Kur’ancı olduğunu iddia ettiği halde bunu yakalayamayan olduğu gibi rivayetlerin yeniden tetkikini gündemine almadığı halde bu ruhu yakalayabilenler olmaktadır.
Dolayısıyla tartışma Kur’ancılık Hadisçilik üzerinden değil, maksadı anlamacılık üzerinden değerlendirilmelidir.
Siyasi açıdan da durum buna paraleldir. Farklı görüşlere daha tahammüllü olmak, gençlerin anlamakta zorlandığı gelenekle İslam'a giren kurum ve kuralları değişmez sorgulanmaz saymamak Ehli Reyin siyasi bakış tarzıdır.
Ak Parti çeşitli sebeplerle kısmen uzaklaştığı bu anlayışa yeniden dönmeye çalışmaktadır. Eğer taban buna ayak uyduramazsa, teşkilatlarda yer bulan gelenekçiler ve şu anda destek veren tarikat ve cemaatler buna direnç gösterirse herkes kendine zarar vermiş olur.
Murat Akgül
(Münekkit)
BOP Eşbaşkanlığı Meselesi
İslami gençlik 80’li 90’lı yılları Afgan cihadını, Bosna savaşını, Çeçenistan direnişini destekleyerek, takip ederek geçirdi. Bir kısmı bizzat bu savaşlara katıldı, diğerleri kendi ülkelerinden bu savaşları küffara karşı bilenme, bilinçlenme olarak yaşadı.
90’lı yılların sonları itibariyle bu savaşlar bitti. Boşa çıkan on binlerce genç ülkelerine dönmeye başladı. Bir kısmı bu savaşı emperyalist ülkelere karşı intikam saldırıları başlatmak şeklinde devam ettirmek için örgütlenmeye başladı. Filistin'de de bu havaya paralel olarak büyük bir intifada başlamıştı. İşte bu gelişmeler batıda büyük bir panik başlattı.
Savaşlardan boşa çıkan gençler tarafından birçok örgüt kuruluyordu. Savaşlarda komutanlık yapanlar ülkelerine dönüp silahlı mücadeleye varan hareketler oluşturmayı planlamaktaydı. Batı ülkelerinde özellikle ABD hedeflerine yönelik saldırılar planlamaktaydılar. Bazı saldırılar da başlamıştı.
ABD istihbarat teşkilatları bu işleri iyi bildiği için ve bu yapıların içerisine bütün cephelerde sızmış olduğu için bu yapılanmalardan birini seçti daha sonra El Kaide adını alan bu örgüt içerisinden devşirdiği insanlarla gençleri yönlendirme girişimi başlattı. CIA her zaman yaptığı gibi yapmamaları gereken şeyleri onlara yaptırarak daha güçlenmeden işlerini bitirebilmek için çalışmalara başladı.
Diğer taraftan İslam ülkelerindeki baskıcı diktatörlüklerin bu tür isyancı gençlerin yetişmesine sebep olan iklimi oluşturduğu düşüncesiyle, bu diktatörlükleri demokrasiye dönüştürme, batının güvenliği için zorunlu görülmeye başladı.
İşte bu yıllarda Türkiye’de Ak Parti iktidara geldi.
Ak Parti bu gençler için rol model olarak sunulmak istendi. Ak Parti radikalizme karşı ılımlı olarak görülüyordu. Laik baskıcı bir ülke olarak bilinen Türkiye’de İslami siyasetçilerin bu başarısı dünyadaki diğer gençlere de örnek olarak sunulmak istendi.
Erdoğan seçimi kazandıktan sonra daha başbakan olmadan önce Avrupa ve ABD gezisi yaptığında büyük bir ilgiyle karşılanmasının sebebi buydu.
Savaşçı müslüman gençlerin terör eylemleriyle batıyı ciddi sıkıntıya sokacağı endişesiyle Ak Parti iktidara geldikten bir süre sonra İslam ülkelerine bu örnekliğin taşınması için Büyük Ortadoğu Projesi şeklinde bir çalışma başlatılması konuşulmaya başlandı.
Eşbaşkanlık bu şekilde gündeme geldi. Gençlerin teröre bulaşmak yerine demokrasiye geçen ülkelerinde siyaset ile bu amaçlarına ulaşmaya yönlendirilmeleri isteniyordu.
Bir süre bu amaçla bazı yayınlar, toplantılar yapıldıysa da kısa süre sonra CIA’nın başlattığı El kaide projesi başarıya ulaşıp ABD Üsame Bin Ladin’i bahane edip Afganistan’a girince, ardından Irak’a girince İkiz Kuleler saldırısını gerekçe gösterip binlerce genci Guantanamo kampına taşıyıp kendileri açısından tehlikeyi bertaraf edince BOP projesi daha konuşulmaz oldu.
Bu günlerde ABD’de bir denizci subayının bir dergide yayınladığı Ortadoğu ile ilgili bir harita bu proje ile ilişkilendirilip piyasaya sürüldü. Bu komplocuların basit bir dezenformasyonuydu fakat ilginç şekilde çok tuttu. Bu dezenformasyon çoğu zaman yalan olduğu ortaya çıktığı halde hâlâ gerçekmiş gibi algı oluşturan durumlar gibi olmuştu.
Bir kısım insan için BOP o harita ile bilindi. Şunu herkes bilir ki batı ülkeleri böleceğini ülkeleri haritalara döküp o ülkelere ''iyi niyet'' eli uzatmaz. Bu çok acemice bir şey olurdu. Batının tarzı bu değildir. Üstelik o BOP haritası olarak bilinen haritada proje sonucunda İsrail toprak kaybeden ülke olarak gösteriliyor , Ermenistan büyümüyor. Batı bu kadar operasyon yapacak ve İsrail büyümeyecek bunu beklemek en büyük saflık olur.
Hep karıştırılan bir şey daha var. Daha sonra başlayan Arap Baharının bu durumla ilgisi yoktur o kalkışmalar Gürcistan’da, Kırgızistan’da Ukrayna’da yaşanan renkli devrimler sürecinin devamıdır. Bu ülkelerde art arda kalkışmalar olmuş, meydanlar doldurulmuş, seçilmiş Cumhurbaşkanları, hükümetler aşağı alınmıştır. Aynı durum Türkiye'de de Gezi olayları şeklinde yapılmak istenmiştir.
Tunus'ta başlayıp Mısır ve Yemen'de diktatörlerin istifa etmesi Suriyeliler için de ümit olmuş onlar da sokaklara dökülmüştür. Fakat Suriye rejimi diğer ülkelerin aksine çok şiddetle halka tepki göstermiş ve dışarıdan (İran, Hizbullah ve Rusya) aldığı desteklerle halkına kıyım yapmış ve ayakta kalmayı bugüne kadar başarmıştır.
Murat Akgül
(Münekkit)
Çözüm Süreci PKK'ya Suriye'de Vadedilen Koridor Devlet Yüzünden Bitti
Çözüm Sürecinin zehirlenme süreci Suriye’de PKK’nın uzantısı YPG’nin ABD tarafından sahaya sürülmesiyle başlamıştır.
Önce Kobani’nin İŞİD tarafından kuşatılması(!) Türkiye Kürtlerini çok etkileyecek şekilde yansıtıldı.
ABD ve Avrupa ülkelerinin istihbarat ve haber servisleri Türkiye ile İŞİD arasında bağlantı varmış gibi lanse etmek için çok çalıştı.
Fetö bu operasyonun yerli ayağını temsil etti, ilerleyen günlerde bu operasyona destek Cumhuriyet Gazetesi , CHP’li vekiller ve gazeteciler tarafından verildi.
Ocak 2014’te MİT tırları Fetöcüler tarafından durduruldu İŞİD’e silah götürüyorlar diye haberleştirildi.
Bu arada Suriye’de işler değişmeye başladı . ABD’nin desteği ile belirli bir alanı kontrol eden PYD/YPG, Ocak 2014’te Afrin, Kobani ve Cizire olmak üzere üç kanton yapılanması ilan edildi.
2 Ekim 2014’te Kobani İŞİD tarafından kuşatıldı, işgal edildi edilecek diye haberleştirilerek Türkiye Kürtleri kışkırtıldı.
7-12 Ekim 2014 tarihleri arasında HDP’li siyasetçilerin kışkırtmasıyla Kobani eylemlerinde ülke genelinde 46 kişi öldü.
Bu dönemde Kandil tarafı Çözüm Sürecini bozmak için şartlar ileri sürmeye başladı.
11 Mart 2015: KCK Eş Başkanları Cemil Bayık ve Hülya Oran: “PKK silah bırakacak açıklamaları seçim propagandasıdır. Silahların bırakılması, ancak Öcalan’ın bizzat katılacağı bir kongrede karara bağlanabilir. Yani PKK bu kararı Öcalan serbest kalmadan açıklamayacak. Bu adımlar atılmadan hareketimize, halka, Türkiye demokrasi güçlerine güven vermeden kongrenin toplanması, kongrenin onların belirttiği gibi kararlar alması düşünülemez.”
Şeklinde açıklama yaparak olmayacak şeyi şart koşarak süreci bitirmeye çalıştılar.
PYD/YPG terör örgütü; 26 Mayıs 2015’te Haseke’nin güneyindeki 26’dan fazla köyde yaşayan insanlara bu köyleri boşaltmaları için 24 saat verdiğini duyurmuş ardından sırayla bölgedeki köyleri boşaltmak için saldırılar düzenlemeye başladı.
Türkiye bu gelişmeler karşısında Kandil’in inisiyatifini kırmak için ağırlığı tamamen İmralı üzerine yükleyip süreci sürdürmeye çalıştı.
Fakat Suriye’de YPG yayılmaya başlamıştı. Koridor devleti oluşturmak şeklindeki plan kendini göstermeye başlamıştı. Takip eden aylarda YPG’nin kuzey Suriye’yi ateşe atmaya başladığı gibi Türkiye’nin güneydoğusunu da aynı paralelde terörize edip bütün bölgeyi çatışma alanına çevirip bir bütünleşme girişimi başlattı.
26 Haziran 2015: Cumhurbaşkanı Erdoğan, PYD’nin Suriye’nin güneyinde devlet kurma girişimleri için; Tüm dünyaya sesleniyorum. Bedeli ne olursa olsun, Suriye'nin kuzeyinde Türkiye'nin güneyinde bir ‘’koridor terör devleti’’ kurulmasına asla müsaade etmeyeceğiz" dedi.
29 Haziran 2015: Karayılan: "Açıkça söyleyeyim, eğer onlar Rojava’ya müdahale ederlerse biz de onlara müdahale ederiz; o zaman Türkiye’nin tümü bir savaş sahasına dönüşür. Türkiye yetkilileri halkımızın 6-7-8 Ekim’deki kalkışını unutmamalıdır. Halkımızın o büyük başkaldırısını, içinde geliştiği ortamı uygun görmeyen Önder Apo’nun ancak durdurabildiği iyi biliniyor. Açık ki bu halk böyle bir müdahaleye müsaade etmez. Kısaca böyle bir müdahale kararı Türkiye için stratejik bir karar olur, Kürt halkı için de yeni bir dönem başlamış olur. Biz bu konuda kimseye yalvaracak değiliz. Kendileri bilir. Yaparlarsa Kürt halkı olarak elbette bizim de yapacaklarımız olur.”
20 Temmuz 2015: KCK Eş Başkanı Cemil Bayık halkı silahlanmaya ve tünel ve siper hazırlamaya çağırdı: “Halkımız meşru savunma örgütlenmesini ve bilincini de geliştirmeli. Bu sadece askeri güçlerin büyütülmesi temelinde değil, halk olarak meşru savunmasını geliştirmeli. Tüm halkımız silah almalı, bu temelde kendini eğitmeli ve örgütlemeli. DAIŞ ve sömürgeci tüm güçlerin her türlü saldırısına karşı köylerde, kentlerde, mahallelerde yer altı sistemi, tüneller, mevzi sistemi geliştirmeli”
Ve Türkiye devleti, hendek olaylarının Suriye ile bağlantısını ve olayın ciddiyetini görüp kararlı bir operasyon başlatmıştı. Hendeklerin Çözüm Sürecinin yürüdüğü günlerde değil sürecin bittiği günlerde kazılmaya başlandığına dikkat çekmek gerekiyor.
Neticede devlet kararlı operasyonla hendek meselesini kısa sürede bitirdi. Hendeklerin YPG ile bağlantılı olduğu ele geçirilen mühimmatla da anlaşılmıştı.
Diyarbakır Sur'da polisin yaptığı operasyonlarda ele geçirilen PKK'lılara ait askeri mühimmat aralarında zırh delici Zagros silahının da bulunduğu çok sayıda patlayıcı ve mühimmat arasından Batı ülkelerinin PYD'ye gönderdiği silahlar çıkmıştı.
Hendek olayları, PKK/YPG’yi sahaya süren gücün yani ABD’nin Türkiye'nin güneyini Suriye ile aynı paralelde savaş alanına çevirme projesiydi. Türkiye kararlı duruşuyla bu tuzağa düşmedi ama çözüm süreci Suriye’de PKK’ya vadedilen koridor devlet yüzünden PKK tarafından bitirildi.
2010 yılları itibariyle Türkiye İran ile çok iyi ilişkiler içerisindeydi. Birleşmiş Milletler'in nükleer programı nedeniyle yeni yaptırımlar uygulama aşamasında sıkışmış olan İran’a, Brezilya Cumhurbaşkanı ve Recep Tayyip Erdoğan’ın girişimiyle bir anlaşma imkanı sağlanmış İran’a nefes aldırılmıştı.
Aynı yıllarda Türkiye Suriye ile çok ileri ilişkiler geliştirmiş ortak bakanlar kurulu toplantıları yapılıyordu.
ABD bölgede PKK’yı unutmuş bütün ilişkilerini Talabani ve Barzani ile kurmuştu. PKK bu şartlarda İran, Suriye ve Irak’ta destek bulamıyordu. Bu yüzden barışa mecburdu.
İşte bu şartlarda başlayan Çözüm Süreci PKK’nın Suriye’de yeniden rol kapması neticesinde PKK tarafından bitirildi.
Tunus, Mısır, Yemen ardından Suriye’de patlak veren Arap Baharı isyanları diğer ülkelerde devlet başkanlarının istifalarıyla sonuçlanmışken Suriye’de Esed’in kendi halkına şiddet uygulayarak direnme yolunu tercih etmesiyle kanlı bir iç savaşa döndü.
Suriye’de yeni alan bulan PKK Türkiye’de sürmekte olan çözüm sürecini bitirmek için devletle görüşmeleri sürdüren HDP’li siyasilere baskı yapmış onların da barış dilini bozmuştu.
Bunun en önemli göstergesi, en üst düzeyde barış görüşmelerini sürdüren HDP lideri Selahattin Demirtaş’ın Meclis’te kürsüye çıkıp ''seni başkan yaptırmayacağız'' diyerek çok büyük şans yakalamış barışın gelme ihtimalini siyasi polemik alanına çekerek gerilim ortamını geri çağırmıştı. Üstelik Demirtaş bu çıkışı, önderleri Öcalan’ın da başkanlık sitemi tarafında görüş bildirmiş olmasına rağmen yapmıştı.
Neticede Suriye iç savaşı PKK’ya yeni görev alanı açtı, PKK HDP’ye süreci bitir dedi, bölge halkına isyan ve hendek kazma çağırısı yaptı, Demirtaş son noktayı koydu.
Murat Akgül (Münekkit)
Sedat Peker Videoları Karşısında Muhalif Cephenin Attığı Taklalar
Peker, videolarına eski Türkiye’deki faili meçhullerle ve o dönemde vatan millet denilip aslında uyuşturucu ticareti rantının paylaşımının taraflarını ifşa ile başlamıştı. İsimler Korkut Eken, Ağar gibi isimlerdi.
O döneme bakanlar karşılarında laikçilikte yarışan CHP’li generalleri buldular.
O generallerin kurduğu Jitem’i buldular işin ucu Çiller’e oradan Akşener’e dokunacaktı hemen usta gazeteciler o konuyu ustalıkla kapattılar.
Sonra Sezgin Baran Korkmaz ismini ortaya attı. Soylu’ya oradan vuracaktı yine ortaya bu ismin İsmail Küçükkaya gibi kendi gazetecileriyle samimi fotoğrafları ve kendileriyle medya ilişkileri çıktı.
Korkmaz’ın para verdiği 12 gazeteci var diyorlardı sonra bakıldı bunlar kendi gazetecileri çıkıyor o konuyu da kapattılar.
Sonra Sezgin Baran Korkmaz ‘ın ilişkileri bunların kurduğu Atı 1 TV’sine uzandığı ortaya çıkınca bir büyük kavga çıkarttılar o konuyu da unutturdular.
Hani sokakta bunu yan kesici şebekeleri yapar.
Kurgudan bir kavgaya tutuşurlar çetenin diğer üyeleri kavgaya bakanların ceplerini boşaltır.
Bunlar da aynısını yapıyor bir de sevenlerini tehdit ediyorlar; eğer bize böyle şeyler yakıştırırsanız birbirimizle kavga ederiz bazılarımız gider zararı siz görürsünüz.
Peker bu arada Soylu’nun koruma müdürüne birçok suç isnat etti ve o kişinin CHP'nin hissedarı olduğu bankada danışmanlık yaptığını söyledi. Ey CHP’lier neden buna müsaade ediyorsunuz dedi, CHP’li usta gazeteciler, neyin öne çıkartılacağına biz karar veririz dediler o konuyu da kapattılar.
Demirören’in bankaya verdiği arazinin imarını durduranların, bankayı zarara uğratanların CHP’li siyasetçiler ve konforu bozulacak olan, arazinin çevresindeki ultra zengin CHP’liler olduğu görüldü orayı da artık konuşmuyorlar.
Peker sonra Korkmaz Karaca dedi. Onun da Baykal’ın yanından geldiği, Sözcü’de yazdığı geçmişi ortaya çıktı. Suçu var veya yok ama kaynak yine kendileri çıktı.
Neticede şu anlaşıldı. Türkiye’de neyin gündem olacağına, neyin suç sayılacağına CHP’li araştırmacı, usta(!) gazeteciler karar veriyor. Tabii haklarını yemeyelim bunu da iyi beceriyorlar.
Pervin Buldan’ın Yaşadığı Hayat Arkadaşı Acısı ve Akşener’in Derin Devlet İlişkileri
Bu günlerde Pervin Buldan'ın, Selahattin Demirtaş ile ilgili birkaç söz söyleyip HDP'lilerin gönlünü kazanmaya çalışan Akşener'i kürt halkına kabul ettirmek için çalışmalarını ibretle izliyoruz.
Kürt halkının şöyle demesi isteniyor. Pervin Buldan eşini öldüren düzeni sağlayan siyasi zihniyeti affettiyse biz de affedebiliriz.
Pervin Buldan’ın eşi Savaş Buldan, 2 Haziran 1994'te İstanbul Yeşilyurt Çınar Oteli'nden, polis kimlikli, polis yelekli ve telsizli sekiz kişi tarafından[4] Adnan Yıldırım ve Hacı Karay'la birlikte kaçırıldı ve sonrasında öldürüldü.[5] Buldan ve arkadaşlarının cesetleri, 4 Haziran 1994'te Bolu'nun Yığılca ilçesi Melen çayı kenarında bulundu. İşkence yapıldığı, vücudunda yanık izleri görüldüğü, derisinin soyulduğu, göğsüne ve başına kurşun sıkıldığı otopsi raporu ile belgelendi.
Pervin Buldan bir röportajında olayı şöyle anlatıyor.
Eşiniz Savaş Buldan öldürülmeden önce neler yaşıyordunuz?
1990’lı yıllar Türkiye’de çok karanlık bir dönemdi ve hergün tanıdıklarımız da dahil olmak üzere onlarca insanın ölüm haberini alıyorduk. İnsanlar, polisler tarafından kaçırılıyor, işkenceler yapılıyor, daha sonra da katlediliyordu. Bütün bunları izleyip görüyorduk. Eşime de tehdit telefonları, mektupları geliyordu zaman zaman. Bunları eve çok yansıtmamaya çalışırdı Savaş.
Neden hedef seçildi eşiniz?
O dönemin bir devlet politikası vardı. Kürt halkının sorunlarını dile getiren, yaşadığı sıkıntılara çare bulmaya çalışan, dilinin özgürleşmesi, kimliğinin özgürlüşmesi için çaba gösteren insanlar hep hedef seçildiler. Tansu Çiller’in 1993’te yaptığı bir açıklama vardı. “PKK’ya yardım eden Kürt iş adamlarının listesi elimizde, bunlardan hesap soracağız” diye bir açıklamaydı ve bu listenin içinde Savaş Buldan da vardı. Bu açıklamadan sonra özellikle iş adamlarına yönelik cinayetler başladı. Savaş iki arkadaşı Adnan Yıldırım ve Hacı Kara ile birlikte 3 Haziran 1994’te polisler tarafından kaçırıldı, işkence yapıldı ve ardından katledildiler. O zaman ben Zelal’e 8 aylık hamileydim.
Buldan önceki günlerde yine aynı iddiayı tekrarlayarak şöyle bir tweet attı..
Yıllardır hep söyledik şimdi yine söylüyoruz. Savaş Buldan ve arkadaşları Devleti yönetenler tarafından öldürüldü. Cinayeti işleyenler göstermelik yargılandı ve beraat etti. Şimdi yeniden başadönüyoruz ve yargılanmaları icin girişimde bulunacağız..
23 May 2021
Bu cinayetleri Kıbrıslı gazeteci Kutlu Adalı’yı da öldüren ekibin yaptığı biliniyor. Bu ekibin bir tarafında dönemim MİT haber elemanları ve kullandığı tetikçiler ve emniyete bağlı bu şekilde kullanılan tetikçiler. Tarık Ümit, Çatlı, Peker vs.
Bu ekip siyasi desteği en çok Doğru Yol Partili siyasetçilerden almıştı. Mehmet Ağar DYP’den iç işleri bakanıydı onun görevden alınmasından sonra yerine Meral Akşener getirilmişti. Çiller bu derin yapıya çok ciddi destek veriyordu. Bu yüzden bu operasyonların önünü kesecek birinin Ağar’ın ardından iç işleri bakanı yapması beklenemez.
Akşener bu konulardaki kararlılığını bizzat kendisi şöyle ifade etmişti.
‘’Ben, İçişleri Bakanlığı yaptığım dönemde tarihin en uzun, en geniş, en kapsamlı sınır ötesi harekâtına imza atmış bir bakanım. Utanarak söylüyorum bazıları diyor ki sosyal medyada ‘Meral Akşener MHP’ye genel başkan olmasın, faili meçhullerin sorumlusu O’dur’ diyorlar. Ne derseniz deyin hepsi kabulümdür. Bu ülke için, bu milletin birliği beraberliği için bir şey yapılması gerekiyorsa yapmışımdır, sorumluluğunu da sonuna kadar alıyorum.”
Akşener için o dönemde şöyle iddialar da vardı.
MİT’in 1998’de çete lideri Alaattin Çakıcı’ya düzenlediği operasyon öncesi, Akşener’in Çakıcı’ya “yerini değiştirmesi gerektiğini” söylediği mesajı kamuoyuna bomba gibi düşmüştü. Aynı şekilde, Susurluk kazasında ölen Abdullah Çatlı’yla aynı masada yemek yediği iddiaları medyada yer almıştı.
Abdullah Çatlı Meral Akşener’in siyasi rotasını belirleyen DYP Disiplin Kurulu üyesi Çatlı'nın ortağı ağabeyi Nihat Güner ‘dir.
Akşener, 1994 yerel seçimlerinde Doğru Yol Partisi'nden Kocaeli Büyükşehir Belediye başkan adayıydı sonra DYP Kadın Kolları Başkanı oldu. 95 yılında DYP’den milletvekili oldu.
Yani en karanlık dönemde Akşener Çillerin yakınında ve yükseliyor .
Çiller kısa zaman önce ABD’den Türkiye’ye dönmüş acemi bir siyasetçi. Acaba onu bu karanlık işleri yürüten ekiple kim tanıştırdı veya onu bu konularda kim cesaretlendirdi.
Meral Akşener’in bir de Tansu Çiller tarafından kurulan Zübeyde Hanım Şehit Anaları Vakfı Başkanlığı da vardır ve orada dönen olaylar, onları da başka yazıda inceleriz.